HARUN-YAHYA.COMhttp://harun-yahya.comharun-yahya.com - Düşündüren Gerçekler - Son EklenenlertrCopyright (C) 1994 harun-yahya.com 1HARUN-YAHYA.COMhttp://harun-yahya.comhttp://harunyahya.com/assets/images/hy_muhur.png11666Düşündüren Gerçekler 08 / Güzellikleri Görüp Farketmek Güzellikleri Görüp Fark Edebilmek

Merhaba, bugün Düşündüren Gerçekler programımızda yine hepimizin çok yakından bildiği, ama belki üzerinde pek durmayıp geçtiğimiz, gereği gibi derinlemesine düşünmediğimiz, hayatın içinden bir başka önemli konudan bahsedeceğiz.

İnsanlarda genel olarak şöyle bir eğilim vardır: Kişi, bir şeye nasıl bakarsa öyle görür. Neye inanıyorsa, baktığı yerde de hep onu bulmaya çalışır. Dolayısıyla bulduğu şeyler de, aslında hep onun bakış açısının bir sonucudur. İyi niyetle, güzellik arayarak bakarsa, oradaki tüm güzellikler ona görünür. Kötü niyetle, kötülük arayarak bakarsa, o zaman da işte karşısındaki apaçık duran, en büyük güzelliklere karşı bile gözleri kör olur, en güzel detayları bile kötü olarak görür.

İşte iman eden insanların en önemli özelliklerinden biri, dünyadaki her detaya Kuran ahlakı doğrultusunda, pozitif bir bakış açısıyla bakmalarıdır. Her zaman öncelikle güzellikleri görmeye odaklanmışlardır. Aksilik, kötülük, eksiklik gibi görünen olayların ise, mutlaka ve mutlaka sayısız hayır ve hikmet sebebiyle yaratıldığını bildikleri için de, böyle negatif görünen detaylarda da, yine güzellikleri görebilecek özel bir bilgiye sahiptirler.

Ve zaten şu da bir gerçektir ki, dünyadaki en zor şartlarda yaşayan insanın bile hayatında, aslında saymakla bitirilemeyecek kadar çok nimet vardır. Ancak çoğu insan genellikle bu nimetleri görmektense, öncelikle eksikliklere odaklanır. Çevresindeki yüzlerce güzelliği unutur ve sahip olamadığı nimetler için üzülür. Çok mağdur olduğunu ve dünyadaki en güzel şeylerden mahrum kaldığını düşünür. Neredeyse bütün hayatı, bu eksiklikleri ve yaşadığı mağduriyeti düşünmekle geçer. O, tüm dikkatini bunlara verirken, her geçen an, aslında etrafında onun için ne kadar çok nimet yaratıldığınınsa hiç farkında değildir.

Elbette ki dünyadaki her insan, aynı şartlar altında yaşamını sürdürmez. Birinde olan bir nimet, bir diğerinde olmayabilir. Biri bir hastalıkla mücadele ederken, diğeri çok sağlıklı olabilir. Biri çok zenginken, diğeri daha yoksul olabilir. Pek çok konuda insanların sahip oldukları nimetler, birbirleriyle kıyaslandığında farklıdır. Ve tüm bunlarda herkes için, ayrı ayrı çok büyük hayırlar ve hikmetler vardır. Ama bu tür farklı durumlar değerlendirilmeye alınmadan bile, insanların genel olarak içerisinde yaşadıkları nimetler o kadar çoktur ki, insan Allah'ın bu büyük lütfu nedeniyle çok büyük bir sevinç duymalı, çok mutlu olmalıdır.

Yüce Rabbimiz, insanın genelleme yaparak dahi bu nimetleri sayamayacağını haber vermiştir: Şeytandan Allah’a sığınırım. Allah Nahl Suresi, 18. Ayette “Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” diye bildirmiştir. İbrahim Suresi, 34. ayetinde iseSize her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek zalimdir, pek nankördür.sözleriyle Allah çok önemli bir gerçeği bize haber vermiştir.

Ve tüm bu nimetler içerisinde Allah'ın yarattığı çok büyük bir sır vardır. Bir insan sahip olduğu güzellikleri göremiyor, Allah'ın, kendi üzerindeki lütfunu takdir edemiyor ve sadece eksiklikleri düşünmeye yöneliyorsa, bu insan asla mutlu olamaz. Çünkü Allah ona daha da fazla nimet nasip etse, hatta eksik olduğu için üzüldüğü nimetleri de tam istediği şekilde ona verse, bu kişi –yaşadığı ahlak nedeniyle- yine başka eksiklikler görecek ve yine elindekilerle mutlu olmak yerine, eksikliklerin hüznünü yaşayacaktır. 

Çünkü bu insanın asıl eksiği, sahip olamadığı nimetler değil, Allah'ın rahmetini, sevgisini, lütfunu takdir etme konusundaki eksikliğidir. Bu yönde derin bir ahlaka ulaşmadıkça, tüm dünya nimetleri ona verilse, yine de nimetin sevincini yaşayamayacaktır.

Bunun yanında, nimeti takdir etmesini bilen; gördüğü küçük büyük her güzellikte Allah'ın sevgisini hisseden, Allah sevgisinden dolayı içi sevinçle dolan bir insan ise, dünyanın en kötü şartlarında dahi yaşasa, yine de çok mutlu olur.

Hiçbir dünyevi güzellik, onun yaşadığı bu mutluluğun yerini tutmaz. Bu insanın yaşadığı sevinç, neşe, huzur hiç bitmez. Yüzlerce yokluk ve sıkıntı içerisinde olsa bile, tek bir nimetin varlığının manevi heyecanını, hayatının sonuna kadar yaşar. Allah ona bu nimeti yarattığı için Allah'a sevgiyle, tutkuyla, aşkla şükreder. Sırf o tek bir nimetin varlığında bile, Allah'ın sevgisini, sonsuz lütfunu, rahmetini, dostluğunu, yakınlığını, koruyuculuğunu hissetmenin sevincini bulur. En zor şartlar altında dahi, Allah'ın kendisiyle birlikte olduğunu, ona şah damarından daha yakın olduğunu, samimi olduğu sürece kendisine en yakın dost olduğunu ve yardımını asla esirgemeyeceğini bilmenin güzelliğini tadar. İşte sadece bu manevi hazzın varlığının bile, dünyada kendisi için yaratılmış en büyük nimetlerden biri olduğunu düşünerek Allah'a şükredebildiği kadar çok ve en gönülden, en candan haliyle şükreder.

Dolayısıyla insanı mutlu edecek olan nimetlerin kendisi ya da nimetlerin çokluğu değildir. Nimeti takdir edebilecek ahlakı yaşamasıdır.

Bu ahlakı elde etmedikten sonra, insanın nimetlerin varlığıyla gerçek anlamda mutlu olabilmesi mümkün değildir. İbrahim Suresi, 7. ayette, Şeytandan Allah’a sığınırım “"Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir."” sözleriyle Allah bize çok önemli bir sır vermiştir. Nimete şükretmek; nimeti takdir edebilecek bir ahlak yaşamaktır.

Yoksa iman etmeyen bir insan da nimete sevinebilir. Ya da akli dengesi yerinde olmayan bir insan da kendisine bir hediye, yiyecek, eşya verildiğinde sevinebilir. Ama bu sevinç, akıl kullanılmadan elde edilen, sadece sahip olunan metadan ve menfaat kazanmış olmaktan kaynaklanan bir vücut tepkisidir. Gerçek sevinç, Allah sevgisiyle, akılla, iman şuuruyla yaşanan sevinçtir. İşte müminin de, dönüp kendi hayatına baktığında, elindeki nimetlerle bu gerçek sevinci yaşayıp yaşamadığını gözden geçirmesi gerekir. Eğer kişi, nimetin sadece maddesel sevinci içerisindeyse, o zaman hayatında, acil olarak telafi etmesi gereken çok büyük bir eksiklik var demektir. Çünkü bu, Allah'a gereği gibi şükredememek, nimeti hakkıyla takdir edememek ve nimete nankörlük etmek anlamına gelebilir. Ve insanın elindeki sayısız nimete rağmen mutlu olamayıp, sürekli olarak, hayatı boyunca sadece eksiklikleri görüp bunlara üzülmekle vakit geçirmesi de, işte nankörlüğü nedeniyle Allah'ın ona verdiği bir karşılık olabilir. Allah Kuran'da bu konuyu insanlara şöyle hatırlatmıştır: Şeytandan Allah’a sığınırım:
 

Öyleyse (yalnızca) Beni anın, Ben de sizi anayım; ve (yalnızca) Bana şükredin ve (sakın) nankörlük etmeyin. (Bakara Suresi, 152)

... Gerçek şu ki, Biz insana Tarafımız'dan bir rahmet tattırdığımız zaman, ona sevinir. Eğer onlara kendi ellerinin takdim ettikleri dolayısıyla bir kötülük isabet ederse, bu durumda insan bir nankör kesiliverir.(Şura Suresi, 48)

Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız?(Sebe Suresi, 17)

Kahrolası insan, ne kadar nankördür.(Abese Suresi, 17)

Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şahiddir.(Adiyat Suresi, 6-7)

 

Nitekim bir insan, bir günde ancak belirli bir miktarda yemek yiyebilir; günde yaklaşık en fazla 3-4 tabak yemekten fazlasını, istese de vücudu kabul etmez. Yüzlerce kıyafeti olsa, sürekli değiştirse, yine de bir günde ancak belirli sayıda kıyafet giyebilir. Yüzlerce evi, arabası olsa, aynı anda ancak bunların sadece tek bir tanesini kullanabilir. İstediği yere tatile gidecek imkanı olsa, aynı anda sadece tem bir mekanda bulunabilir. Hiç uyumasa bile, -ki bunu sürekli elde etmesi mümkün değildir-, bir günde ancak 24 saat tüm bu nimetlerden istifade edebilir. Dolayısıyla dünya hayatı zaten, insanın, mutluluğu, metanın ve maddenin varlığından elde edeceği şekilde yaratılmamıştır.

Allah sevgisinden kaynaklanan nimet sevinci ise, her an, her şartta ve sonsuza kadar yaşanacak çok büyük bir lütuftur. Ve insanın, çevresinde dönüp baktığı her yerde, Allah'ın sevgisinin işaretlerini görebilmesi, bu ahlakı yaşayan insan çok büyük bir ayrıcalık, çok büyük bir lütuftur. Çünkü bu bitip tükenmeyecek bir sevinç ve mutluluk kaynağıdır. Bu nedenle insanın asıl olarak nimetin varlığı ya da eksikliği üzerinde değil, bu anlayışı kazanıp kazanamadığı üzerinde durması gerekir.

Bugünkü Düşündüren Gerçekler programımızdaki sohbetimiz sona erdi. İlerleyen programlarımızda yine Kuran ahlakına dair önemli sırları konuşmaya devam edeceğiz. Sizin de eklemek ya da sormak istedikleriniz olursa dusundurengercekler@a9.com.tr mail adresimize gönderebilirsiniz. Tekrar görüşmek üzere, hoşcakalın...

 

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/198341/dusunduren-gercekler-08--guzelliklerihttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/198341/dusunduren-gercekler-08--guzellikleriSun, 15 Feb 2015 01:17:25 +0200
Düşündüren Gerçekler 07 / Önemli Bir Tavır Bozukluğu Söylenme Üslubu 'Söylenmek' önemli bir tavır bozukluğudur

Merhaba, bugün Düşündüren Gerçekler Programında yine bir başka çok önemli konudan, insanların çoğunda rastladığımız bir tavır bozukluğu olan “söylenme alışkanlığı”ndan bahsedeceğiz.

Bu aslında, hepimizin günlük hayatımızın hemen hemen her aşamasında, her ortamda, her çevreden, her kültürden, her yaştan insanlarda sık sık rastladığımız bir alışkanlık. Ve daha da önemlisi, bu alışkanlık o kadar doğal ve olağan karşılanır hale gelmiş ki, bunun yanlış bir üslup olduğu ne bunu yapan ne de duyan insanlar tarafından yadırganmıyor. Herkes bunu hayatın doğal akışı, insani ve doğal bir refleks, doğal bir tepki olarak kabul etmiş durumda. Hatta pek çok insan da, bunu psikolojik açıdan rahatlamanın, stres atmanın önemli bir yolu ve hatta mutlaka yapılması gereken bir eylem olarak değerlendiriyor.

İşte bu bakış açısı nedeniyle, insanlar gün boyunca, sabah uyandıkları andan, gün sonuna kadar kendilerini rahatsız eden, aksilik ya da aksaklık sandıkları her olayda, her konuda tepkilerini ve düşüncelerini ya kendi kendilerine konuşarak ya da çevrelerindeki insanlara anlatarak dile getirirler.

Peki burada yanlış olan nedir? İnsan eksik gördüğü bir şeyi, yanlış ilerleyen bir olayı, hatalı bir tavrı, yapılan bir haksızlığı, insanlarda gördüğü umursuzlukları, vicdansızlıkları, unutkanlıkları ve bunlar gibi daha pek çok yanlışı dile getiremez mi? Bunları hiç konuşmayıp gizli mi tutması gerekir? Anlatmasının kime ne zararı olabilir?

İşte bu soruların cevapları gerçekten çok önemli ve “söylenme alışkanlığı”nın neden yanlış olduğunu anlamamızda kesinlikle yol gösterici.

Bu konuda ilk olarak şunu söyleyebiliriz: Gün boyunca karşılaştıkları konular hakkındaki düşüncelerini, sürekli olarak ‘kendi kendilerine söylenerek’ dile getiren insanlar, bunu, sohbetimizin başında da belirttiğimiz gibi “düşünmeden” ve “amaçsız” olarak yaparlar. İşte bu alışkanlığı yanlış hale getiren en önemli detaylar da bunlardır.  

Yoksa insanın hatalı olduğunu gördüğü bir şeyi dile getirmesi elbette ki yanlış değildir. Ama, bu konuşmanın yanlış olmaması için, mutlaka pozitif bir amacı olması ve bu amacın mutlaka -Allah rızası için- ‘o yanlışı düzeltmeye’ yönelik olması gerekir.

İkincisi de, eğer ortada hatalı bir tavır, söz ya da olay varsa, o zaman bunun mutlaka konuyu halledebilecek olan ilgili kişilere iletilmesi gerekir. Eğer konunun muhatapları o ortamda yoksa, çok açıktır ki bu konuda bir düzeltmeye gidebilmeleri, hatayı ya da yanlışı telafi edebilmeleri ve kendilerini eksik oldukları o konuda eğitebilmeleri mümkün olmayacaktır.

Üçüncüsü de, eğer ortada yanlış bir şey varsa, ve amaç bunun düzelmesini sağlamaksa, o zaman bu konunun en mükemmel şekilde çözümlenebilmesi için, ilgili kişiye, yapılan yanlışın olabilecek en güzel, en hikmetli en isabetli sözlerle açıklanması gerekir.

İşte ‘söylenme’ alışkanlığında, bu sayılan hedeflerin hiçbiri yoktur. Amaç, yalnızca kişinin aklına gelenleri söyleyerek, ‘sinirini ve öfkesini dışa vurarak gidermesi’dir. Bu da, söylenmenin ne kadar boş ve yanlış bir tavır olduğunu çok net bir şekilde ortaya koyar.

Eğer evde, işyerinizde ya da sokakta rastladığınız insanlarda kulak misafiri olduğunuz konuşmaları şöyle dikkatlice bir gözden geçirirseniz, söylenme alışkanlığının hayata ne kadar hakim ve ne kadar sık kullanılan üsluplar olduğunu görürsünüz. Hatta bunların çoğu, hiç düşünmeden ağız alışkanlığıyla gün boyu tekrarlanan, toplumun tamamı tarafından bilinen kalıplaşmış cümlelerdir.

Bazen de söz konusu insanlar, başkalarına yönelik değil de, kendi yaşadıkları olaylar hakkında sürekli olarak söylenirler.“Acıktım.”, “Uykusuzum.”, “Hiç halim yok”, “hastayım.”, “Bıktım artık bunlardan” “Yeter artık” “Canım hiçbir şey yapmak istemiyor.” gibi hemen her konudaki olumsuz düşüncelerini kimi zaman yalnızken kimi zaman da kalabalık içerisinde sürekli olarak anlatırlar.

Tüm bu konuşmaların ortak noktası ise, az önce bahsettiğimiz gibi, ortada, söyenilen konulara bir “çözüm bulma hedefinin olmaması”dır. Amaç, sadece duyulan rahatsızlığı dile getirmektir. Nitekim çözüme yönelik tedbirler alınmadığı ve bu yönde girişimde bulunulmadığı için de, rahatsız edici durumlar da sürekli devam eder. Dolayısıyla söylenen kişi de, alıştığı şekilde bunlardan yakınmayı sürdürür.

Oysa Kuran ahlakına göre, bir insan çevresinde gördüğü her şeyden, duyduğu her sesten, şahit olduğu her olaydan sorumludur. Eğer ortada yanlış bir şey varsa, ‘bunu düzeltmek ya da bunun düzelmesi için çaba harcamak’, Müslümanın sorumluluğudur. Dolayısıyla inançlı bir insanın, rahatsız edici bir konuya bakış açısı, öncelikle ‘bunu çözüme kavuşturmak’ yönünde olmalıdır.

Bunun yanı sıra kişiler, söylenmelerine ve yakınmalarına şahit olan insanların bu durumdan duyabilecekleri rahatsızlığı da gözardı ederler. Oysa ki bir insanın yanında, yaşadığı hemen her şeyden şikayet eden bir kişi olması, hem manen hem de fiziksel açıdan çok yorucu ve yıpratıcıdır.

En başta, söylenen kişinin içerisinde bulunduğu ruh halinin Kuran'a uygun olmaması ve tümüyle cahiliyeye ait bir ahlak yaşaması, bunu gören Müslümanlarda ciddi bir yadırgamaya ve rahatsızlığa sebep olur. Çünkü söylenen insan çevresine, ‘her şeyi Allah'ın yarattığını, her olayda hayır ve hikmet olduğunu, her şeyin bir kader dahilinde ve insanların imtihanları için özel yaratılan olaylar olduğunu unuttuğu’ izlenimini verir. Sürekli söylenmekle, zorluklara ve aksaklık gibi görünen, sabır gösterilmesi, fedakarlıkta bulunulması beklenen olaylara, Kuran ahlakıyla karşılık vermesi gerektiğini hiç düşünmediğini göstermiş olur.

Kuran'da bildirilen,  ‘öfkelenilecek bir şeyle karşılaştığında, öfkesini yenmek; sözün en güzelini söylemek; insanlara en güzel şekilde öğüt verip, iyiliği emredip kötülükten men etmek’ gibi ahlak özelliklerini yaşamakla sorumlu iken, bunun yerine, kendisini iradesizce cahiliye ahlakına bırakması, bu insanın samimi iman edip etmediği konusunda da şüphe oluşturur.

Oysa Müslüman vicdanını kullanan insandır. Allah'tan korkup her an Kuran ahlakına uygun bir tavır göstermekle; ve her sözünü, Kuran'a uygun olup olmadığını düşünerek konuşmakla sorumludur.

İman eden bir insan, söylenme alışkanlığının, Allah'a inanan, kaderi, dünya hayatının imtihan yeri olduğunu ve ahireti bilen bir insanın ahlakıyla bağdaşmayacağını bilir.

Söylenmek, mümin asaletine, Müslüman şuuruna ve müminin vicdanına yakışmayan bir tavırdır. Müslüman gerekirse gördüğü her aksaklığı tek başına ve kendi imkanlarıyla telafi eder, ama yine de bunlardan şikayet eden bir üslupla konuşmaz. Zahiren ne kadar mağdur oluyormuş gibi görünse de, bunu hiçbir zaman için yakınarak dile getirmez. İlgili kişilerle konuşarak ya da gerekli tedbirleri alarak bu durumu ortadan kaldırmaya çalışır; ama asla basit bir cahiliye üslubuyla bunları anlatmaz. Öfkelenecek bir durumla karşılaşsa bile öfkesini yener. Hiçbir zaman sırf sinirlendiği için, bunu amaçsız bir şekilde dışa vurup amaçsız konuşmalar yapmaz. İnsanın öfkesinden kurtulmasının yolunun söylenmek olmadığını bilir. Öfkenin ancak Allah'a tevekkül etmekle ve Kuran ahlakına uymakla ortadan kalkacağının bilincindedir.

Allah Kuran’da İsra Suresi’nin 53. ayetinde Müslümanlara, “Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle.” şeklinde buyurmuştur. İşte bu nedenle, her ne zorlukla karşılaşılırsa karşılaşılsın ‘söylenmemek’ , Müslümanlar ile cahiliye insanlarını ayıran önemli ahlak özelliklerinden biridir. Dolayısıyla Müslümanların, bu konuya bu bakış açısıyla yaklaşmaları ve Kuran ahlakını en mükemmel şekilde yaşamak için akıllarını, vicdanlarını ve iradelerini en güzel şekilde kullanarak bahsettiğimiz “söylenme alışkanlığı’nı tümüyle terk etmeleri, imanın onlara yüklediği önemli bir sorumluluktur.

Allah Zariyat Suresi 55. Ayette, Şeytandan Allah’a sığınırım: “Sen öğüt verip hatırlat; çünkü gerçekten öğütle hatırlatma, müminlere yarar sağlar” diye bildirmiştir. İşte bu nedenle biz de bu programda, tüm inananları Kuran ahlakını daha mükemmel şekilde anlayıp yaşamaya çağırıyoruz ve Allah’ı gönülden seven insanların da, bu hatırlatmalardan en güzel sonuçlara ulaşacaklarını umuyoruz.

Bugün yine sohbetimizin sonuna geldik. Bir başka Düşündüren Gerçekler programında yine ahlakımızı, hayatımızı daha da güzelleştirecek; Allah’ın, dünyada bizim için yarattığı güzelliklerden çok daha fazla zevk alarak, çok daha mutlu bir hayat yaşamamıza vesile olacak önemli gerçekleri konuşmaya devam edeceğiz. Sorularınız olursa dusundurengercekler@a9.com.tr mail adresimize gönderebilirsiniz. Yeniden görüşmek üzere, hoşçakalın...

 

 

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/198020/dusunduren-gercekler-07--onemlihttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/198020/dusunduren-gercekler-07--onemliTue, 10 Feb 2015 00:58:56 +0200
Düşündüren Gerçekler 06 / Samimi eleştirilerin önemi ve hayatımıza katkısı Samimi Eleştirilerin Önemi ve Hayatımıza Kattıkları

İyi akşamlar, Düşündüren Gerçekler programında bir kez daha sizlerle birlikteyiz.

Bugün yine hayatımızı daha güzel ve daha konforlu hale getirecek bir başka önemli gerçeği ele alacağız. Samimi eleştirilerin, yapıcı tavsiyelerin öneminden ve hayatımıza olan katkısından bahsedeceğiz.

İnsanın önemli özelliklerinden biri de, hayatının son anına kadar sürekli olarak değişmeye ve gelişmeye açık bir varlık olmasıdır. Yaşadığı her olay, hayata dair edindiği her tecrübe; gördüğü, okuduğu, duyduğu, şahit olduğu her detay, insanı negatif ya da pozitif yönde değişmeye yöneltir. İşte tüm bunların sonucunda da, insan ya giderek olgunlaşıp gelişip, daha mükemmel bir çizgiye ulaşır; ya da olumsuz özellikler kazanarak, hem kendisini hem de hayat konforunu bozacak, hayatın güzelliklerinden uzaklaşacak bir noktaya gelir.

Çünkü insan, hayatını, nefsinin negatif telkinleri ve buna karşı da, vicdanından gelen pozitif çağrılar arasında sürekli olarak bir tercih yaparak geçirir. Ancak her zaman her konuda en doğru, en isabetli tercihleri yapamayabilir ve bunun sonucunda da çeşitli hatalar yapar.

Bu hataların sebepleri, kimi zaman bilgisizlik yada tecrübesizlik, kimi zaman boş bulunmak, kimi zaman yanlış düşünmek veya akledememek kimi zaman gaflete kapılmak kimi zaman da zalimlik, bencillik, umursuzluk, tembellik, öfke ya da kızgınlık gibi ahlak bozuklukları olabilir.

Ama zaten hata yapmak, “insan olmanın” da bir gereğidir aslında. Çünkü insan, yapısı gereği zaten hata yapacak şekilde yaratılmıştır. Hatasızlık, kusursuzluk, mükemmellik, bütün eksik ve noksan özelliklerden uzak olmak, yalnızca Rabbimiz’e ait bir özelliktir. Sonsuz Akıllı, Sonsuz Bilgi Sahibi ve Sonsuz Mükemmel olan yalnızca Yüce Allah’tır. İnsan ise, Allah’ın bu sonsuz Kudreti karşısında büyük bir acz ve eksiklik içindedir. Yaşamının amacı da zaten Allah’ın bu Sonsuz Büyüklüğünü ve buna karşı kendisinin ne kadar acz içinde, ne kadar muhtaç konumda olduğunu anlayıp takdir edebilmesi ve böylece Allah’a iman etmesidir.

İnsan kul olmak için yaratılmıştır. Bu yüzden elbette eksiklikleri, hataları, kusurları olacaktır ki, tüm bunlar için Allah’a yalvarıp yakarsın, bunları değiştirmeyi Allah’tan istesin ve Allah’ın beğeneceği daha iyi bir ahlaka ulaşabilmek için çaba harcasın.

İşte bu gerçek göz önünde bulundurulduğunda, bizlere yapıcı ve olumlu tavsiyelerde bulunacak; eksik yönlerimizi, hatalarımızı ve bunlardan kurtulma yollarını bize gösterecek, aklı başına, vicdanlı, akıllı dostlarımızın varlığı bizim için büyük bir nimettir.

İnsan kendini geliştirme yolunda, sadece kendi aklını, vicdanını ve iradesini kullanacakken, buna, kendisine dışarıdan bakıp, objektif ve samimi değerlendirmeler yapabilecek akıllı insanların tespitlerinin de eklenmesi çok büyük bir katkıdır. Böylece, elinde kullanabileceği tek bir akıl varken, belki çevresindeki en az on aklın toplamından istifade etme imkanı bulabilir.

Eleştiri, nefsinde hem negatif hem pozitif, her türlü eğilimin bir arada bulunduğu ve hayatını bu negatiflerden kurtulabilmek için çaba sarf ederek geçiren insan için, önemli bir yol göstericidir.

Ancak tabi ki isabetli, doğru ve faydalı eleştiriler yapabilmek de, her insanın yapabileceği bir şey değildir. Eleştiri yapabilecek insanın öncelikle mutlaka belirli özelliklere sahip olması ve önemli bazı vasıfları üzerinde taşıması şarttır. Yoksa gün içinde hemen her yerde, çoğu insan, çevresindeki bir çok kişiyi, bir çok olayı, sık sık eleştirir. Ancak bunların çoğunda, en ufak bir hikmet alameti dahi olmaz. Ve çoğu, yanlış teşhislere dayandığı için isabetsizdir. Adeta hiçbir tıp bilgisi olmayan bir insanın, ancak uzman bir doktorun sahip olabileceği bilgilere ya da tecrübelere dair ahkam kesmesinden farksızdır. Dolayısıyla eleştiri yapabilecek bir insanın, mutlaka ve mutlaka hayati bazı erdemlere sahip olması gerekir ki, yaptığı eleştiri yapıcı ve istifade edilebilecek bir nitelik taşısın.

İşte bu nedenle eleştirileri insanlara en fayda verecek olan kimseler, doğru ile yanlışı, iyiyle kötüyü ayırdedebilecek bir bilgiye, akla ve vicdana sahip olan inananlardır. Allah Kuranı, insanlara, hayata dair her konuda, her şeyin en güzelini bize öğretecek bir rehber olarak göndermiştir. Hayatımızın her aşamasında, yapacağımız her tercihte, atacağımız her adımda, her tavrımızda, her konuşmamızda, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ancak Kuran ahlakını ölçü alarak öğrenebiliriz. Dolayısıyla bu bilgiye sahip olan insanların eleştirileri, yönlendirmeleri ve tavsiyeleri bizim için hayati önem taşıyan çok kıymetli hatırlatmalardır.

Allah korkusuyla hareket eden, bu nedenle de Kurani bir akla ve vicdana sahip olan bu insanların eleştirilerini hikmetli ve faydalı hale getiren pek çok özellikleri vardır. Bunlardan biri de “Eleştiriyi, karşılarındaki insanın hatalarına ve kusurlarına kızdıkları için değil, onun, o eksikliklerden kurtulmasını ve daha iyi olmasını istedikleri” için yapmalarıdır.

Allah korkusuyla hareket etmeyen ve ölçüleri Kuran ahlakı olmayan insanların bu konudaki tavırları ise çok daha farklıdır. Onlar genellikle birbirlerinde gördükleri kusurları, o kişiye duydukları öfkeden dolayı dile getirirler. Yoksa o insanın daha iyi olmasına yönelik bir amaçları yoktur. İstedikleri sadece, bu kişinin kendilerini rahatsız eden, kendi menfaatlerine zarar veren, hayat kalitelerini bozan özelliklerinden kurtulmalarıdır. Böylece kendileri de bu sıkıntılardan kurtularak daha iyi bir hayat yaşayabileceklerini umarlar.

Söz konusu kişilerin bu bakış açıları, karşı tarafa yaptıkları eleştirilerin içeriğinden de kolaylıkla anlaşılır. Konular, yalnızca eleştiriyi yapan kişiye dokunan, onu rahatsız eden, onun isteklerine yönelik detaylarla alakalıdır. Bu kişi, kendisiyle bağlantılı olmayan konularda, karşısındaki kişinin ne tür kusurları olduğuyla ilgilenmez. Ama kendisi söz konusuyla, en küçük bir detayı bile atlamadan mutlaka bunları birer eleştiri malzemesi olarak dile getirir.

Eleştiride kullanılan üslup ise, yine bu bakış açısını ortaya koyan bir başka önemli delildir. Bu kişiler, bir kimsede, ucu bir şekilde kendilerine de dokunan yanlış bir tavır gördüklerinde hemen öfkeye kapılırlar. Ve içlerindeki bu kızgınlığı, hiç düşünmeden ve hiç bekletmeden dışa vururlar. Dolayısıyla genelde toplumda insanların birbirlerine yaptıkları eleştiriler, çoğu zaman bu tür ani çıkışlardan ibarettir. Ortada, o kişiye duydukları öfkeyi dile getirme, tartışma, kavga etme gibi nefsani tepkiler dışında bir gaye yoktur.

Samimi olarak iman eden insanlar ise eleştiriyi, kavga etmek, tartışmak, sorun çıkarmak, kızgınlıklarını dışa vurmak gibi amaçlarla yapmazlar. Çünkü bir Müslümanın asıl hedefi Allah'ın sevgisini kazanabilmektir. Ve Allah Kuran'da Müslümanlara, ‘birbirlerine iyiliği emredip, birbirlerini kötülüklerden engellemelerini’ bildirmiştir. Dolayısıyla inanan bir insan, karşı tarafın bir hatası kendisini rahatsız ettiği için değil, onun daha iyi olması ve ona fayda vermesi için eleştiri yapar. Allah'ın razı olacağı ahlakı yaşamasına, cennete layık bir insan olabilmesine engel olacak ve sonsuz ahiret hayatını kaybetmesine yol açabilecek hatalardan sakınması için, eksik gördüğü yönlerini dile getirir.

Allah'ın Müslümanlara farz kıldığı bu sorumluluk, aynı zamanda da Müslümanlar arasındaki dostluğu geliştiren, aralarındaki sıcaklığı, yakınlığı, güveni artıran çok değerli bir ahlak özelliğidir. İman eden her insanın bu bakış açısını alması çok önemlidir. Güvendiği, aklı başında, samimi bir Müslüman, bir kişiye bir tavsiyede bulunuyorsa; karşı tarafın o kişi hakkında hiç şüpheye kapılmaması; sözlerinin ardında hiçbir art niyet olmadığını bilmesi ve dolayısıyla da yapılan eleştiriden hiçbir rahatsızlık duymadan istifade edebilecek bir güven içerisinde olması gerekir. 

İnançlı bir insanın asla kavga çıkarmak, tartışmak, karşı tarafı rencide etmek, küçük düşürmek, aşağılamak, alay etmek, ona karşı büyüklük taslamak, huzursuzluk çıkartmak, öfkesini dışa vurmak, intikam almak gibi amaçları olmayacağından kesin emin olmalıdır.

“Bu benim Müslüman bir kardeşim; eğer o bana bir tavsiyede bulunuyorsa, mutlaka samimi olarak bu konuda eksik olduğumu düşündüğü içindir. Yaptığı eleştiriler, benim daha iyi olmamı istediği, ahlakımda, tavırlarımda bir kusur kalmasını istemediğindendir. Allah'tan korkan, imanlı, güzel ahlaklı bir insanın art niyetli olması, benim zararıma olacak bir şey istemesi -Allah'ın izniyle- mümkün değil. Bu nedenle benim içim çok rahat olsun. Huzursuzluk duyacağım, şüpheleneceğim, tedirgin olacağım hiçbir şey yok. Demek ki Allah beni Müslümanlarla destekliyor, Eksikliklerimi ve bunları nasıl telafi edeceğimi Müslümanlar vesilesiyle bana duyurtuyor. O zaman ben de, bu tavsiyelerden en iyi şekilde istifade etmeye çalışayım.” diye düşünerek içerisinde bulunduğu bu durumdan sevinç duymalıdır.

İnsana çocukluk yıllarından itibaren gizli ya da açık bir dille verilen, “Eleştiri istenmeyen bir şeydir; Eleştiri insanı rahatsız eder; Moralini bozar, neşesini huzurunu kaçırır; Hayatını, ruh halini olumsuz etkiler.”, “Eleştiri yapan insanlar kötü niyetlidirler, “Eleştirdikleri kişiye mutlaka kızgın ve öfkelidirler, Öfkelerinden dolayı karşı tarafı eleştirirler” gibi telkinlerin tümüyle yanlış olduğunu unutmamak gerekir.

İman etmeyen, Kuran ahlakını yaşamayan insanlar arasında bu tarz kurallar geçerli olabilir, ama Müslümanlar bu bakış açısından tamamen uzaktırlar. Dolayısıyla inanan bir insan, çocukluk yıllarından itibaren bu tür insanlar arasında, bu gibi yanlış telkinler alarak yetiştirilmiş olsa bile, yine de Müslümanlar arasında bu kuralların asla kabul görmeyeceğini bilmeli ve güven içerisinde bunun rahatlığını yaşamalıdır.

Çünkü samimi iman eden insanlar dünyanın en güzel ahlaklı, en samimi, en güvenilir, en doğru sözlü ve en içi-dışı bir insanlarıdır. Dolayısıyla Allah'tan korkup sakınan, samimi, vicdanlı, Kuran aklı ile hareket eden insanlardan gelen eleştiriler, her insan için çok büyük bir nimettir. Hayat kalitemizi artıracak, yaşamımızı güzelleştirecek, daha iyi olma yolunda bize destek verecek, daha mutlu olmamıza, daha çok sevilmemize, daha güzel dostluklar kurmamıza ve hayatın her detayını daha güzel yaşamamıza vesile olacak çok kıymetli vesilelerdir.

İşte bu nedenle iman eden bir insanın yapacağı en akılcı tavır; eleştiriden rahatsız olmak, kaçmak, uzak durmak yerine; eleştiriye sevinmek, eleştiriden son noktasına kadar istifade etmeye çalışmak ve hatta güvendiği insanlardan sık sık eleştiri ve tavsiyeler talep ederek kendisini en mükemmel hale getirmeye çalışmak olmalıdır.

Bugünkü sohbetimizin yine sonuna geldik. Allah’ın düşünen insanları sevdiğini ve bizi, her konu üzerinde derinlemesine düşünerek Allah’ın yarattıklarındaki sayısız hikmetleri görmeye teşvik ettiğini unutmayalım. Allah Rum Suresi’nin 8. ayetinde, Şeytandan Allah’a sığınırım: “Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı?…” diye buyurmuştur. Al-i İmran Suresi, 191. ayette ise “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." Sözleriyle, inananların her an her yerde, hep derinlemesine düşünerek gerçeklere ulaşabildiklerini hatırlatmıştır.

İşte bu nedenle biz de her programda hayatımızdaki önemli detayları konuşup düşünmeye ve düşündürtmeye devam edeceğiz. Sizin de düşündükleriniz, eklemek istedikleriniz ya da sorularınız olursa dusundurengercekler@a9.com.tr mail adresimize gönderebilirsiniz.

Tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın...

 

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/197588/dusunduren-gercekler-06--samimihttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/197588/dusunduren-gercekler-06--samimiSun, 01 Feb 2015 00:12:10 +0200
Düşündüren Gerçekler 05 / İnsanlarda Sık Sık Rastlanan Yalnız Kalma Hastalığı İnsanlarda Sık Sık Rastlanan Yalnız Kalma Hastalığı

Merhaba, yeni bir “Düşündüren Gerçekler” programında yine sizlerle birlikteyiz. Sormak istediğiniz her konuyu dusundurengercekler@a9.com.tr mail adresimize gönderebilirsiniz.

Bugün hepimizin yine hiç yabancı olmadığı; ama üzerinde daha çok düşündükçe belki daha önemli gerçekleri fark etmemize vesile olacak bir başka konudan; insanlarda sık sık rastlanan “yalnız kalma arzusu”ndan bahsedelim istiyorum.

Biliyorsunuz insanların çoğu, genelde bir sıkıntıları olduğunda, o konuya en iyi gelecek çözümün “yalnızlık” olduğunu sanırlar. Hemen bulundukları yerden uzaklaşıp kendilerine yalnız kalabilecekleri bir yer bulmaya çalışırlar. İşyerlerinde ya da dışarıda bir yerlerdelerse, hemen eve ulaşmaya çalışırlar. Arkadaşlarıyla birliktelerse, hemen onların yanlarından ayrılma kararı alırlar. Evlerinde aileleriylelerse, hemen odalarına kapanırlar. Eğer her yerde birileri varsa, o zaman da en son çare olarak, bulundukları evin ya da işyerinin banyosu gibi, kimsenin kendilerini görmeyeceğini düşündükleri bir yere giderler. Kısacası şartlar her ne kadar zor olursa olsun mutlaka yalnız kalmaya çalışırlar.

Yalnızlığın, o anda içerisinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmaları için kendilerine nasıl bir faydası olacağının ise şuurunda değillerdir. Bunu neden yaptıkları sorulacak olsa, sebebini kendileri de bilmezler. Çünkü o tür durumlarda zaten, asıl sorun, bu insanların “akılcı düşünmekten kaçmak istemeleri”dir. Etraflarında birileri olduğunda, davranışlarına dikkat etmeleri; makul, mantıklı ve tutarlı davranmaları gerekecektir. Yalnız kaldıklarında ise, bunların hiçbirini düşünmek durumunda kalmadan; tam da istedikleri tarzda “düşünmeden” hareket edebileceklerdir. Bu “düşünmekten kaçma” eyleminin ise, geçici olarak bile olsa, kendilerine bir rahatlık sağlayacağına inanırlar.

Burda tabi şunu belirtmekte fayda var. Eğer bir insan gerçekten bir konuda tefekkür etmek, derinleşmek, daha iyi ve güzel düşünebilmek için, Allah'a sığınarak, Allah'tan yardım dilemek, dua etmek amacıyla yalnız kalmak istese, bu elbette ki son derece makul bir tavır olur. Bu derinliği elde etmek için elbette mutlaka yalnız kalma zorunluluğu da yoktur ama, amaç Allah'a yönelmek olduğunda, bu davranış elbette ki meşru olur.

Bu bahsettiğimiz insanlar ise, genellikle sıkıntı anlarında, nefislerinin etkisi altına girdiklerinde; Kuran ayetlerini gereği gibi düşünemediklerinde, vicdanlarını tam olarak kullanamadıklarında çevrelerindeki insanlardan kaçıp yalnız kalma arayışı içine girmektedirler. Dolayısıyla bu davranışlarında Rahmani bir amaç yoktur.

Yalnız kalındığında ise elbette ki, bu kimselere ilk yanaşacak ve onların içerisinde bulundukları bu durumdan ilk istifade etmek isteyecek olan varlık, şeytandır. Şeytan, bu kimselerinin vicdanlarından uzaklaşıp nefislerinin etkisi altına girmelerini sağlar.

Kuran ile düşünmelerini; Allah'ın rızasına en uygun tavırları uygulamalarını engellemeye ve bunları onlara unutturmaya çalışır. Bunun yerine o insanları, Kuran ahlakına tam ters tavırlara sürüklemek ister. Duygusallığa, mantıksızlığa, güvensizliğe, huzursuzluğa, ümitsizliğe, üzüntüye, boş kuruntulara ve karamsarlığa kapılmaları için çabalar.

Allah dilemedikçe, dünya üzerindeki tek bir toz tanesinin bile hareket etmeyeceğini unutturup; onlara olayları insanların yönettiğini düşündürtür. Bu yanılgı sonunda da kişinin, çevresindeki insanlara, dostlarına, yakınlarına karşı öfke, kin, haset, alınganlık, küskünlük gibi duygulara kapılıp Kuran ahlakından uzak tavırlar sergilemesini sağlamak ister.

Aslında bu anlattığımız insan karakteri, televizyon filmlerinde, dizilerde ve romanlarda da sık sık yer verilen bir türdür. Ayrıca pek çok insan, çocukluk yıllarından itibaren akrabaları, ailesi ya da arkadaşları arasında da, bu tarz tavırlar gösteren kimselere çok defa rastlamıştır. İşte toplumda insanlara verilen tüm bu telkinler sonucunda da, aklını kullanmayan, Allah'tan uzak yaşayan insanlar, belirli durumlarla karşılaştıklarında bu tür bir tavra kolaylıkla eğilim gösterirler.

Ve bu tür insanların önemli bir özelliği de, yalnızlıklarını kimsenin bozmasına izin vermemeleridir. Kimi zaman bir hastalık, kimi zaman uykusuz oldukları, kimi zaman da yalnız kalıp çalışmaları gerektiği gibi bahanelerle bu yalnızlığın süresini mümkün olduğunca uzatmaya çalışırlar.

Yalnız kalmayı başardıktan sonra ne yaptıklarına gelecek olursak, işte zaten bu insanların asıl istedikleri de yalnız kalarak, “hiçbir şey yapmamak”tır. Düşünmemek, akıl, mantık kullanmamak, içlerinde bulundukları durumu düzeltmenin ve telafi etmenin yolunu aramakla uğraşmamak, nefislerinden gelen kötü telkinleri bastırmaya çalışmamak, insanlara karşı sıkıntılarını gizleyip güzel ahlak göstermek zorunda kalmamak, iyiliği, affediciliği, hoşgörüyü, anlayışlı ve olgun olmayı, sevgiyi, merhameti, özveriyi gösteren taraf olmamak, güzel söz söylememek, güzel bir yüz göstermemek ve vicdanın getirdiği daha pek çok güzel davranışı yaşamaktan kaçmak için zaten yalnız kalmak isterler...

“Peki şeytan, tüm bu tavırlardan uzaklaştırdığı, yalnızlığa çekilmiş bu kişileri ne yapmaya yöneltir?”

Şeytanın asıl istediği, bu kişileri -Allah'ı tenzih ederiz- inkara, isyana ve gaflete sürükleyebilmektir. -Allah'ı tenzih ederiz-, kısa bir süre için bile olsa, Allah'ı, kaderi, ölümün, hesap gününün ve ahiretin yakınlığını unutturabilmek, kişiyi gaflete sürükleyebilmek ve bunun sonucunda da kadere isyana, tevekkülsüzlüğe, Kuran'a uygun olmayan bir düşünce ve üsluba çekebilmektir. Şeytan, her sıkıntıya düştüklerinde bu yönde etkileyebileceğini düşündüğü bu kimseleri, eninde sonunda bir gün tam olarak inkara sürükleyebilme umudu içerisindedir.

Ancak tabi ki şeytan insanlara bu amacını açıkça belli etmez elbette. Bunun yerine bazen de kişiye meşru, makul hatta faydalı olacağına inandırdığı mazeretler telkin eder. Fakat şeytanın planı kuşkusuz ki, yalnız kalmasını sağladığı anda, bu hayırlı düşünceleri de hemen engelleyip kişiyi kendi yoluna çekmeye çalışmaktir.

İşte şeytanın bu telkinlerine kapılan bir insan, “Biraz yalnız kalayım, kafamı toparlayayım.” ya da “Şu an makul düşünemiyor olabilirim. Ama biraz yalnız kalır ve dinlenirsem akılcı hareket edebilirim.” der. Veya “Şu an kendimi toparlayamadığımı başkaları görmesin. Kendime çekidüzen veriyim sonra hemen insanların yanına geri dönerim” gibi bir mazeret bulur. Ya da “Yalnız kalıp yaşadığım bu olayları biraz gözden geçirip analiz edeyim. Kendi hatalarımı bulup doğrusunu yapmaya niyet edeyim” gibi aldatıcı sebeplerle yalnız kalmaya çalışır.

İşte her insan, şeytanın bu “masum gibi gözüken, ancak asla Rahmani değil şeytani olan” kışkırtmalarına karşı çok dikkatli olmalıdır. Allah'ın, insanı denemek için yarattığı bir sıkıntıyla karşılaşan bir kimsenin, içinden geçen “yalnız kalma isteği”nin, “ne çözüm ne de doğru yol olmayacağını” hemen anlaması gerekir.

O zorluk ya da sıkıntılı durum karşısında göstermesi gereken Kuran ahlakını, herkesin arasında, açık açık yaşamalı, Allah’ın beğeneceği, en güzel olan tavrı herkesin yanında açık açık göstererek şeytanın bu telkinine karşı koymalıdır.

Eğer insanın üzerinde manevi bir sıkıntı varsa, hemen Allah'a sığınmalı; Allah'ın verdiği güzel nimetleri düşünüp şükretmelidir. Ve her konuda mutlaka olumlu pozitif düşünmelidir.

Sıkıntının şeytandan olduğunu bilip, şeytanın telkinlerinin tam aksi yönünde hareket etmelidir. Kuran ahlakının gerektirdiği gibi neşeli, sıhhatli, girişken, konuşkan tavırlar göstererek, bu olumsuz telkinlere Kurani tavırlarla cevap vermelidir.

İşte gösterilecek bu güzel ahlak, şeytanın tuzağını baştan bozacak, kişinin kalbine de iman huzuru ve ferahlık verecektir. İnsanları sıkıntıdan kurtaracak tek yol, “Rabbimiz'e sığınıp, Allah'tan ve Kuran ahlakından yana tavır koymak”tır. Kuran'da bu gerçeği Allah bize şöyle hatırlatır:

Cuma Suresi’nde şöyle bildiriliyor: Şeytandan Allah’a sığınırım.

... Allah'ı çokça zikredin; umulur ki felaha (kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz. (Cum’a Suresi, 10)

Rad Suresi 28. Ayette ise Allah bu sırrı şöyle haber verir:

Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur.

Bir sohbetimizin daha sonuna geldik, bir başka düşündüren gerçekler programında, yine hayatımıza güzellik katacak bir başka konuyla tekrar görüşmek üzere. Hoşçakalın.

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196771/dusunduren-gercekler-05--insanlardahttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196771/dusunduren-gercekler-05--insanlardaFri, 16 Jan 2015 23:49:58 +0200
Düşündüren Gerçekler 04 / Kuran'da bahsedilen Karun Kıssası Kuran’da Bahsedilen Karun Kıssası

Merhaba, bugün yine hayatın içinden bizi düşündüren ve düşündükçe doğruyu görmemize vesile olacak önemli bir başka konudan bahsedeceğiz. Sizi de düşündüren ve konuşmak istediğiniz konular olursa, dusundurengercekler@a9.com.tr mail adresimize fikirlerinizi gönderebilirsiniz.

Biliyorsunuz Allah Kuran ayetlerinde “Düşünmez misiniz?” diye buyuruyor ve Müslümanların “Allah’ın yarattıkları üzerinde derin derin düşünerek doğruya ulaştıklarını” bildiriyor. Bu nedenle Kuran’da anlatılan “Karun Kıssası”ndan bahsedelim istiyorum bugün biraz.

Allah’ın geçmişte yaşayan toplumlara dair verdiği her bilgide bize yol gösterecek, hayatımıza ışık tutacak, bize derinlik verecek çok fazla anlam ve hikmet vardır. İşte Karun Kıssası da bu hikmetli haberlerden biridir ve üzerinde düşüneceğimiz, ders alacağımız çok fazla konuda bize yol gösterir. Bunların en önemlilerinden biri de, “dıştan görünenlerin çoğu zaman aldatıcı olabileceği gerçeği”dir.

İnsan aklını iyi kullandığında, her konuyu en doğru şekilde yorumlayabilecek bir yetenek gösterebilir. Ama genelde insanlar, akıllıca değerlendirmeler yapmaktansa fevri ve yüzeysel düşünmeye daha yatkındırlar. Bir olayla karşılaştıklarında, konuyu tüm detaylarıyla ve derinlemesine değerlendirmektense, göze çarpan birkaç ana konudan yola çıkarak ani yargılara varırlar. Aynı şekilde çevrelerindeki insanlar hakkında da, genelde sadece dış görünümlerini esas alarak hızlıca bir kanaat edinirler. Oysa dıştan görünenler, çoğu zaman için aldatıcıdır...

Örneğin toplumda bir çok insanın özenerek izlediği kimseler vardır. Kimisi aynı semtte oturduğu bir komşusunun, kimisi okuldaki bir öğrencinin, kimisi işyerindeki bir meslektaşının, kimisi televizyonda gördüğü tanınmış bir sanatçının, bir siyasetçinin hayatını hayranlıkla izler. Kendi hayatıyla onlarınkini kıyasladığında, o kimsenin hayatında çok daha iyi, güzel ve özenilecek detaylar olduğunu düşünür. Hatta öyle ki, kendi hayatını yaşamaktansa, o kişinin yerinde olmayı ister. O insanların sahip olduğu şartları elde etmiş olsa çok daha mutlu olacağını, pek çok sorununun hallolacağını, her şeyin tam istediği gibi ilerleyeceğini zanneder.

Oysa ki az önce bahsettiğim gibi, dıştan görünenler çoğu zaman yanıltıcıdır. Kimi zaman şaşalı, gösterişli, hayatlarıyla çevrelerinde hayranlık uyandıran insanlar, aslında dünyanın en mutsuz insanlarıdır. Çevrelerindeki insanların, ‘Onun elindeki imkanlar bende olsa, neler yapardım’ deyip izledikleri kimselerin sahip oldukları şeyler, belki de o kişileri yıkıma götüren sebeplerdir. Aynı şekilde belki bir insanı, diğerlerinden üstün hale getirdiği sanılan nimetler de, aslında sadece bir göz boyamadan başka bir şey değildir. Ne sahibine ne de başkalarına hiçbir faydası yoktur. Çünkü asıl değerli olan, insanları asıl mutlu edecek nimetler bunlar değildir.

Allah bir kimseye, dünyada ‘nimet’ olduğunu düşündüğümüz her türlü güzelliği vermiş olabilir. Sağlık sıhhat, güzellik, sevimlilik, sempatiklik, mal, mülk, ihtişam, itibar, saygınlık ve bunun daha birçok nimet olduğunu düşünelim... Bu kimse çevresindeki herkes tarafından en sevilen, en sayılan, en hürmet edilen, sözüne en çok itibar edilen, en hoşgörüyle bakılan, en olumlu bakış açısıyla yaklaşılan, en yakın görülen, dostluğu en çok istenen insan olabilir.

İşte dışarıdan böyle bir tabloya bakan bir kimse, bu kişinin konumunda olmayı çok ister. “Gerçekten, onun durumunda ben olsam, kim bilir ne kadar mutlu olurdum” diye düşünür. Ya da “Kim bilir o bu yaşadıkların dolayı ne kadar mutludur” gibi bir kanaat edinir. Bazen de, “Kim bilir bu kişi Allah'ın ne kadar sevdiği bir kulu ki, Allah ona bu kadar güzel nimetler vermiş ve bu kadar güzel bir hayat yaşatıyor” diye düşünür. Bazı kişiler de çok yanlış bir şekilde, “Demek ki ben Allah'ın sevgisini kazanamadım ki bana bu tür nimetler nasip olmadı” gibi Kuran ahlakına tamamen ters, yanlış bir zanna kapılabilir.

Oysa Allah her şeyi sayısız hikmetle, sayısız sırlarla yaratandır. İnsansa buna karşılık çok sınırlı bir akla sahiptir. Hiçbir zaman için neyin kendisi için hayırlı neyin ise zararlı olacağını bilemez. Aynı şekilde bir başkasının da, “hayır mı yoksa şer içinde mi” olduğunu asla bilemez. Bunu tek bilebilecek olan güç, onu yaratan Allah'tır. Allah bu sırrı Kuran'da şöyle açıklamıştır:
 

Şeytandan Allah’a sığınırım:

Bakara Suresi, 216. ayette Allah “... Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz.” diye bildirmiştir.

İşte Kuran'da bahsi geçen Karun adlı kişinin durumu, bu konuyu anlamak açısından çok hikmetli bir örnektir. Allah Karun’a, tüm insanların özenip hayranlık duyacağı kadar çok ve güzel nimetler vermiştir. Çevresindeki insanların bir kısmı Karun’un bu ihtişamlı hayatını gördüklerinde, ayette belirtildiğine göre, Şeytandan Allah’a sığınırım, “Ah keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sahibidir” demişlerdir. (Kasas Suresi, 79).

Sadece anahtarlarını bile, güçlü bir topluluğun taşımaya güç yetiremeyeceği kadar büyük bir hazinenin sahibi olan Karun’u, çevresindeki insanlar dış görünüşüyle değerlendirmiş, ona büyük bir hayranlık duymuş ve onun yerinde olmayı istemişlerdir.

Karun ise, kendisine verilen bu nimetler dolayısıyla Allah’a şükretmek yerine, sahip olduklarını kendinden sanarak büyüklenmiştir. İşte ardından da Allah tüm nimetleri Karun’dan geri almış ve sahip olduklarıyla birlikte, onu da helak etmiştir.

Karun’a özenen kimseler ise, ancak bu durumu gördüklerinde gerçeği düşünmeye başlamışlardır. Nankörlük ettiği için, Allah’ın Karun’a verdiği tüm nimetleri elinden aldığını ve tüm bunların insanların denenmesi için yaratıldığını anlamışlardır. İşte o zaman her şeyin insanların denenmesi için özel olarak yaratıldığını şöyle dile getirmişlerdir:

 Şeytandan Allah’a sığınırım:

Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz" demeye başladılar. (Kasas Suresi, 82)

İşte Karun örneğinde olduğu gibi, Allah dünya hayatında her insan için farklı bir imtihan şekli yaratır. İnsanlar hayatlarının çeşitli dönemlerinde kimi zaman nimetlerle, kimi zaman eksikliklerle, kimi zaman sıkıntılarla kimi zaman da ummadıkları iyiliklerle denenirler. Dıştan bakarak, bir insanın yaşadıklarının diğerine göre daha avantajlı ya da o kişinin daha lehine olup olmadığını insanlar asla bilemezler. Bunun ilmi yalnızca Allah Katında gizlidir.

Kimi zaman tüm ömrünü yokluk içinde, sıkıntılarla, hastalıklarla mücadele ederek, yalnız kalarak, toplum tarafından dışlanarak geçiren bir insan, dünyada da ahirette de herkesten çok daha kazançlı olabilir. Aynı şekilde başkalarıyla kıyaslandığında hep nimetlerin en çoğu kendisine nasip olan bir insan da, dünyada ve ahirete en çok kayba uğramış olan insan olabilir.

Elbette hem dünyada nimet içinde yaşayıp hem de ahirette güzel karşılık alacak insanlar da vardır. Ancak önemli olan, bunların hiçbirinin dışarıdan bakılarak tahmin edilemez olmasıdır.

Samimi Allah sevgisi, Allah aşkı bir insanın kalbindedir. Ve insan, ister yokluk ister bolluk içinde olsun, hayatını Allah aşkıyla yaşıyorsa, o insan her zaman için kazançlıdır. Dünyada da ahirette de Allah’ın rahmeti mutlaka onunladır.

Aynı şekilde bir insanın eğer kalbi katılaşmışsa, Allah'ı takdir edememişse, böyle bir insan da, ister nimet içinde isterse de sıkıntı içinde bir yaşam sürsün; sonuç yine mutlaka hüsrandır. Dünyada ya da ahirette; eninde sonunda onu bekleyen tek şey, mutsuzluk ve pişmanlık olacaktır.

Dolayısıyla kimsenin dışarıdan nasıl göründüğüne ya da hayatının nasıl algılandığına bakıp aldanmamak gerekir. Bir insan nimet sahibi olduysa bu onun karda ya da kazançlı olduğunu, mutlu olacağını, güzel bir hayat yaşayacağını göstermez.

Önemli olan dünya nimetlerinde değil, Allah Katında üstünlük kazanabilmiş olmaktır. Allah Katında üstün olan; insanların bakıp asıl imrenmeleri, özenmeleri, hayranlık duymaları gereken kimseler ise Kuran'da Müminun Suresi’nde şöyle bildirilmiştir:
 

Gerçekten, Rablerine olan haşyetlerinden dolayı saygıyla korkanlar,

Rablerinin ayetlerine iman edenler,

Rablerine ortak koşmayanlar,

Ve gerçekten Rablerine dönecekler diye, vermekte olduklarını kalpleri ürpererek verenler;

İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 57-61)

İşte bu nedenle çevremizdeki insanları ve kendi durumumuzu değerlendirirken, Allah’ın bir insana nimet vermesinin ya da hayatında birtakım eksiklikler yaratmasının, o insanın üstünlüğü açısından bir ölçü olmayacağını asla unutmamız gerekir.

 

Nimetlerin çokluğu o insanın Allah Katında’ki üstünlüğünün alameti olmadığı gibi; eksikliği de bir kişinin yanlış yolda olduğuna bir işaret değildir. Aynı şekilde Allah dilediği zaman dilediği insana nimetini kısacağını dilediğinde de artıracağını ve bu şekilde insanları deneyeceğini bildirmiştir.

Bu nedenle çevremizdeki insanların durumuna bakıp, Allah’ın o kişiye nimet ya da eksiklikler vermiş olmasını ölçü alarak o kişi hakkında olumlu ya da olumsuz bir kanıya varamayız. Allah Katında da, inanan insanlar arasında da yalnızca Allah’a olan sevgileriyle, samimiyetleriyle, Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilmek için sarf ettikleri kararlı çaba ile değerli olabileceğimizi bilerek ölçümüzü bu yönde belirlememiz gerekir.

Bugünkü sohbetimiz burda sona erdi, bir sonraki programımızda yine Allah’ın düşünmemizi istediği, hayatımıza konfor ve güzellik katacak önemli gerçekleri hatırlatıp konuşmaya devam edeceğiz. Tekrar görüşmek üzere, hoşçakalın.

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196455/dusunduren-gercekler-04--kurandahttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196455/dusunduren-gercekler-04--kurandaFri, 09 Jan 2015 16:43:00 +0200
Düşündüren Gerçekler 03 / Allah'ın beğenmediği bir ahlak: Üzüntü Allah’ın Beğenmediği Bir Ahlak: Üzüntü

Merhaba, Yeni bir “Düşündüren Gerçekler” programında yine birlikteyiz. Üzerinde konuşmak istediğiniz, gün içinde sizi de düşündüren ve hayatımıza daha fazla güzellik katabileceğine inandığınız konular olursa dusundurengercekler@a9.com.tr mail adresimize gönderirseniz, bu konuları da birlikte konuşma imkanı bulabiliriz.

Bugün dünyada küçük büyük demeden, istisnasız her insanın çok iyi bildiği ve hatta bir çok insanın hayatının büyük bölümüne hakim olan bir duygudan; “üzüntüden” bahsedelim istiyorum.

Hepimiz çevremizde hemen her zorluk ya da sıkıntıda üzüntüye kapılan, hatta bu duyguyu hayatın bir gerçeği olarak gören ve yaşamın sanki mecburi bir parçası gibi, üzüntü içinde yaşayan insanlara sık sık rastlarız. Hayatlarını üzüntü ve mutsuzluk içerisinde geçiren bu insanların en büyük hataları bu durumu kabullenmiş olmaları ve bu hayat şeklinden kurtulamayacaklarını sanmalarıdır. Oysa ki üzüntü hayatın vazgeçilemez bir gerçeği ya da mecburen yaşanması gereken bir parçası değildir. Aksine üzülmeden, her türlü keder, üzüntü ve mutsuzluklardan uzak bir hayat yaşamak mümkündür. Bu farkında olsalar da olmasalar da aslında tamamen kişilerin kendi tercihleridir. Üzüntüyü hayatında istemeyen, güzel bir yaşam sürmek isteyen bir insan için ise, bu olumsuz duyguyu yenmek ve hayatı her an huzur ve mutluluk içinde yaşamak çok kolaydır.

Peki o zaman bunu nasıl yapabiliriz?

Çünkü gerçekten üzülmek her insanın nefsinde var olan ve kişiyi çok güçlü bir telkinle etkisi altına almaya çalışan bir duygudur. Ama aynı zamanda da, üzüntü Allah'ın Kuran ayetlerinde sakınılması gerektiğini bildirdiği bir tavır bozukluğudur.

Şeytandan Allah’a sığınırım. Allah, Al-i imran Suresi’nin 139. ayetinde “Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer (gerçekten) iman etmişseniz en üstün olan sizlersiniz.” diye bildirmiştir. Hicr Suresi 88. ayette ise “Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, mü’minler için de (şefkat) kanatlarını ger.” şeklinde buyurmuştur.

Bu ayetler ile Allah bize “üzülmeyin, hüzne kapılmayın” diye emreder.  Ve eğer Allah bize bir şeyden sakınmamızı bildiriyorsa, çok açıktır ki o zaman bizim onu yenecek gücümüz de var demektir.

Bu konuda unutmamamız gereken çok önemli bir başka gerçek de şudur: İnsan ortada üzülmeye değer bir şey olduğunu sandığı için üzülür. Ama eğer tüm bu yaşadıklarının aslında kendisi için hayır, hikmet, güzellik saklı olaylar olduğunu anlarsa, o zaman üzülecek bir şey olmadığını görecek ve bu hastalıktan da kurtulmuş olacaktır.

Allah'a iman eden, Allah'ın sonsuz güzel ahlakını, sonsuz gücünü bilen bir insan için, aslında dünyada meydana gelen hiçbir olayda üzülecek hiçbir şey yoktur. Allah, o kişinin kaderinde her ne yaratırsa yaratsın, bu, aslında o kişi için olabilecek en değerli, en hikmetli, en güzel ve en hayırlı olandır.

Ve öncelikle şunu da asla unutmamamız gerekir ki, Allah sonsuz adaletlidir. Kullarını çok sevendir. Mümin kulları için her şeyi ‘hayır’ olarak yaratandır. Allah acıyı, sıkıntıyı, zorluğu da yaratır; ancak tüm bunları, inanan kullarının çok daha güzel ahlaklı olabilmelerine ve ahirette çok daha güzel bir karşılık alabilmelerine vesile olması için yaratır.

Dolayısıyla inançlı bir insan, yokluk içinde de olsa, acı de çekse, hasta da olsa, yalnız da kalsa, kendince her şeyden mahrum ve mağdur durumda kalsa da, , bu olayların hiçbirini bir üzüntü vesilesi olarak görmez. Elbette ki tüm bu şartların; yaşanan sıkıntı ve acıların zorlukları vardır. İnsan maddi manevi pek çok açıdan gerçekten çok zorlandığı durumlarla karşılaşabilir.

Ama makbul olan, bu şartlarda dahi, insanın, Allah'ın sevgisinden emin olması, Allah'ın rahmetini ummanın huzurunu, sevincini yaşamasıdır. Sıkıntılardan dolayı ümitsizliğe kapılmaması, acı ve zorlukları ‘dünya hayatının ‘üzülünmesi gereken durumları’ olarak görmemesi’dir.

Peki insan üzülmeyi ve üzüldüğü olaylara nasıl tepkiler vermesi gerektiğini nerden öğrenir? İşte bu sorunun cevabı da bizim için üzüntüyü yenmede yol gösterici olacaktır.

İnsanlara çok küçük yaşlarından itibaren öğretilen bazı inançlar vardır. Bunlar genellikle toplumda hakim olan anlayışın birer parçasıdır. Bir insanın nelerden korkması, nelere sevinmesi, nelere küsmesi, nelere üzülmesi gerektiği gibi tüm bilgiler, bu yaşlarda insanlara aşılanır. İnsanların, hoşlarına gitmeyen bir durumla karşılaştıklarında hemen üzülmeye meyletmelerinin bir sebebi de, işte kendilerine yıllar boyu verilmiş olan bu telkinlerdir.

İnsan nefsinde zaten kişiyi hüsrana, ümitsizliğe, üzüntüye, çözümsüz ve çaresiz olduğuna inandırmaya karşı bir eğilim vardır. Buna bir de toplumdan alınan telkinler eklendiğinde, -iradesini, aklını, vicdanını kullanmayan pek çok insan- kendini kolaylıkla üzüntüye bırakır. Üzüntünün içine tam girdiğinde ise, genellikle bu kişiyi, dışarıdan bir müdahaleyle aklı başında, tutarlı, dengeli bir çizgiye çekebilmek çok zor hale gelir.

İşte bu durumdaki insanlar genellikle üzüntüyü bir hayat şekli olarak benimserler. Allah'ın gücünü, adaletini, merhametini, sevgisini, dualara karşılık veren ve her şeyi hayırla yaratan olduğunu düşünmek istemezler. Bunun yerine sürekli olarak ne kadar mağdur olduklarının delillerini düşünüp düşünüp kendilerini daha da üzecek bir ruh haline sürüklemeyi tercih ederler.

İnsan gerçekten yaşadığı bir olay nedeniyle manen ya da fiziksel açıdan çok acı çekebilir. Ve bunu dışardan bakan insanlar tam olarak anlayamayabilirler. Bu durumun kişiye verdiği fiziksel ya da ruhsal rahatsızlığın boyutlarını tahmin bile edemeyebilirler.

Ama yine de, her ne olursa olsun, üzülmek hiçbir konu için çözüm değildir. Üzülmek, her şeyden önce Allah'ın Kuran’da hüküm olarak haram kıldığını bildirdiği bir davranıştır. Müslümanın yalnızca bu bilgiyi bilmesi bile, derhal bu tavırdan uzaklaşıp sakınması ev kendini toparlaması için yeterlidir.

Bunun yanında bir insanın üzüntünün yersizliğini ve hayatına hiçbir fayda getirmeyecek ve büyük tahribatlara neden olacak bir durum olduğunu anlayabilmesi için kendi kendine şu soruları da mutlaka sorması gerekir:

- Üzülmek, benim içinde bulunduğum durumu değiştirmeye herhangi bir katkı sağlıyor mu?

- Üzülünce, konular çözüme kavuşuyor mu?

- Üzüntü bana herhangi bir yönden herhangi bir fayda sağlıyor mu?

- Üzüntüm, hayatımı olumlu yönde etkiliyor mu?

Bu soruların hiçbirinin cevabında üzüntüyü makul gösterebilecek tek bir delil dahi yoktur. Üzüntünün insana herhangi bir açıdan ve çok küçük dahi olsa, getirdiği hiçbir fayda yoktur. Üzülmesi, kişinin içerisinde bulunduğu şartların değişmesine hiçbir etki etmeyen bir tavırdır. Üzüldüğünde, insanın sıkıntılarından da kurtulması söz konusu değildir. Üzüntünün, kendisini rahatlatan, konfor ve katkı sağlayan herhangi bir yönü de yoktur. Ve üzüntü, hiçbir zaman için bir insanın hayatını olumlu yönde de etkilemez.

 

Peki üzüntü insana neler yapar?

- Üzüntü insanı, fiziksel olarak da, manen de sadece tahrip eder.

- İnsanın aklını kapatır. Doğru düşünmesini, olaylara gerçekçi yaklaşmasını, çözüm yollarını görebilmesini tamamen engeller.

- Kişinin bütün gücünü çekip alır. Böyle bir insan, fiziksel olarak da, manevi olarak da çok zayıf düşer. Mücadele edecek, çaba harcayacak gücü neredeyse hiç kalmaz.

- Üzüntü, insanı hızla yaşlandırır.

- İnsanı hasta eder. Böyle bir kimse, ardı ardınca sürekli olarak yepyeni hastalıklarla karşılaşır. Vücut direncini kaybeder, bünyesi her türlü rahatsızlığa çok daha açık hale gelir.

- Mutsuzdur. Ve daimi olarak mutsuzdur. Güzellikler, iyilikler hiçbir şey onu mutlu etmeye yetmez.

- Çevresindeki nimetleri göremez.

- Daha da vahim olan ise zamanla kendisini derinden tahrip eden bu üzüntüyü sevmeye başlar. Sürekli olarak acılarını, sıkıntılarını düşünüp daha da çok üzülmek ister.

- Üzüntüden kurtulma, üzüntüyle mücadele etme azmini kaybeder. Her fırsatta kendini üzüntüye bırakmayı bir hayat şekli haline getirir.

- Yalnızlığı sevmeye başlar. Yalnız kalıp, üzüntülerini düşünmek, kafasında kurduğu senaryolara hüzünlenmek, geleceğe yönelik ümitsizlik dolu hezeyanlara kapılmak, ağlamak, ona çevresindeki pek çok nimetten daha çekici gelir.

- Yaşama sevincini ve yaşama azmini kaybeder.

 

İşte tüm bu saydıklarımız, üzüntünün insana hiçbir fayda sağlamadığını ve tam aksine hem fiziksel hem de manevi açıdan insanda büyük tahribatlara yol açtığını açıkça ortaya koyar.

Ayrıca üzüntü çok büyük bir vakit kaybıdır. Faydalı hiçbir yönü yoktur. İnsanı tahrip eden bir sistemdir. Dolayısıyla insanın kendisini üzüntüye bırakması çok büyük bir akılsızlıktır.

Aynı zamanda aslında kişinin kendi amacına da tam olarak zıttır. Her insanın hedefi, yaşadığı sıkıntılardan kurtulabilmektir. Üzüntü ise, kurtarmak bir yana dursun, insanı yepyeni sıkıntılar içine sokan bir başka sıkıntı, bir başka azap ve acı şeklidir.

İşte bu nedenle her insanın, üzüntü konusundaki bu önemli gerçeği görebilmesi son derece önemlidir. Aklını kullanan bir insanın, kendisine hiçbir faydası olmayan, sadece tahribat yapan, zarar veren, sıkıntıya sokan bir sistemi güzel görüp kabul etmesi mümkün değildir. Gelenekler, eski alışkanlıklar, toplumdaki genel tepkiler üzülmeyi her ne kadar makul gösterirse göstersin, aklı olan bir insan bu telkinlerin etkisinden çıkmasını bilmelidir.

Örneğin bir insana vücudunu tamamen zehirleyecek bir madde verilse, ‘Al bunu iç’ dense, ‘Niye içeyim, bu çok tehlikeli olur, içmem’ der. Ve bu maddeden kesin olarak uzak durur. Aksini yapmanın büyük bir akılsızlık olacağını çok net bir şekilde görür.

İşte üzüntünün de aslında bundan bir farkı yoktur. Nasıl ki insan zehirli bir maddenin vücuduna, aklına, hayatına vereceği zararı görüp bundan sakınıyorsa, aynı şekilde üzüntünün de etkilerini görüp, bundan zehirden sakınır gibi sakınmalıdır.

Allah, üzüntünün tahribatını insanlara özel olarak gösterir ki insanlar bundan vazgeçsinler. Böylece her insan, bir başkasının kendisine anlatmasına gerek kalmadan, kendi hayatında üzüntünün zararlı etkilerini açıkça tecrübe ederek görür. İşte bu da Allah'ın bizlere olan rahmetinin bir tecellisidir.

Allah, üzüntüyü haram kıldığını hem Kuran ayetleriyle bize bildirir. Hem de üzüntünün nasıl bir tahribat yaptığını bizzat kendi üzerimizde görmemizi sağlayarak, aklımızla ve vicdanımızla da bu tavır bozukluğunu fark edip sakınmamız için bize bir yol gösterir.

Ayrıca şunu da hiç unutmamak gerekir ki, dünyada insanın neşeleneceği, sevinç duyacağı, mutlu olacağı o kadar çok şey vardır ki, bunları görmezden gelebilmek de inanan bir insan için mümkün değildir.

Hepsinden öte, Kullarını çok seven, onların tüm dualarına karşılık veren, sonsuz merhamet sahibi, sonsuz adaletli, sonsuz akıllı, sonsuz yaratma gücüne sahip ve sonsuz kudretli bir Rabbimiz olduğunu bilmek ve Allah'a bu bilgiyle gönülden iman etmek, dünyadaki en büyük nimetlerden biridir.

Allah bizim için saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok nimet yaratmıştır. Ve Allah güzel huylu olan, samimi olan kullarını, Kendi rızasıyla, sonsuz cennet hayatıyla ve sonsuz nimetleriyle müjdelemiştir.

İnsan dünyanın en zor şartları altında bile olsa –ki bu zorluklar da Allah'ın rahmetinin birer tecellisi ve hayırla yaratılan imtihan vesileleridir-, ahretteki bu sonsuz nimetlerin sevinci de, insanın üzülmemesi, mutlu olması ve ümitvar olması için yeterlidir. 

Elbette dünya hayatının bir imtihan yeri olması sebebiyle insan her an üzüntü duyabileceği şartlarla karşı karşıya kalabilir. Ancak tüm bunlara Allah’a güvenerek, hayır gözüyle bakarak, Allah’tan gelen her şeyde güzellik arayarak tevekkülle bakılırsa, Allah o insanın üzerinden bu üzüntü hissini alır, onun yerine kalbine huzur, sevinç ve inşirah verir. Unutmayalım ki, kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur. Üzüntüden kurtulmanın işte tek yolu da zorluklar sıkıntılar karşısında Allah’ı vekil edinip, Allah’ın mutlaka hayır ve güzellik yarattığını bilmektir.

Bugün de yine sohbetimizin sonuna geldik. Düşündüren bir başka gerçek ile hayatımıza güzellik katacak gerçekleri konuşmaya devam edeceğiz. Şimdilik hoşçakalın.

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196094/dusunduren-gercekler-03--allahinhttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196094/dusunduren-gercekler-03--allahinFri, 02 Jan 2015 22:39:23 +0200
Düşündüren Gerçekler 02 / Hami Ahlaklı İnsan Olmanın Önemi ‘Hami’ Ahlaklı insan Olmanın Önemi

Herkese iyi akşamlar diliyorum. Bugün yine, aslında her insanın günlük hayatında mutlaka karşılaştığı, ancak belki de üzerinde durup da çok düşünmediği veya adını koymadığı bir başka önemli konudan bahsedelim istiyorum.

Bilirsiniz bazı insanlar vardır, çevrelerindeki hemen herkes tarafından çok sevilirler. İşte bu sevginin en önemli sebeplerinden biri ise, bu kişilerin ‘bulundukları her yerde, mutlaka hep ‘hami’ konumunda olmaları’dır.

‘Hami’ kelimesi, ‘himaye eden, koruyan, gözeten’ anlamındadır. Bu ahlakı gösteren kimseler, bulundukları her ortamda, şefkat, merhamet, ilgi alaka, koruyup kollama konularında dikkatleri en açık olan ve bu ahlak özelliklerini en yoğun şekilde gösteren insanlardır.

Hiç kimse bu kişileri, “Sen bulunduğun yerdeki tüm insanları koruyup kollamakla, karşılaşılan her türlü sorunu çözmekle ve tüm sorumluluğu kendi üstüne almakla sorumlusun” diyerek görevlendirmiş değildir aslında. Ancak bu kimseler, yüksek vicdanları, güçlü sorumluluk hisleri ve insanlara karşı duydukları yoğun sevgi ve şefkat duyguları nedeniyle, kendileri sessiz sedasız böyle bir göreve talip olurlar. Ama tabi ki gidip kimseye, “Ben böyle bir görev üstlendim. Ben sizi koruyup kollayacağım, herkese sahip çıkacağım” gibi bir açıklama da yapmazlar. Sadece doğal olarak, olaylar geliştikçe, imanları ve ahlakları gereği, adı konulmadan, sürekli olarak bu kişiliği gösterirler.

Hami ahlaklı olmak, pek çok konunun ve pek çok kişinin sorumluluğunu üstlenmek, elbette ki hiçbir şeyin sorumluluğunu üzerine almayan kimselerin durumuna göre çok daha zahmetli ve çok daha zordur.

Çünkü onlar bu ahlakı göstermekle, her şeyden önce, herkesten çok daha fazla yorulacaklardır. Ve belki bir çok kişinin hayatıyla kıyaslandığında, onların kendilerine ayıracak çok daha az vakitleri olacaktır. Ve hata yapma, beklentileri karşılayamama, istenilen çözümleri sağlayamama ya da insanları memnun edememe’ riskleri de üstlenmiş olacaklardır.

İşte zaten bir çok kimse de, bu yüzden böyle bir ahlak göstermeye pek yanaşmaz. Himaye eden koruyup kollayan konumunda olan bir insan olmanın, menfaatleriyle çatışacağını ve çıkarlarına zarar vereceğini düşünürler. Bunun yerine kendileri ‘himaye edilen, koruyup kollanan’ insan konumunda kalmayı, çıkarları açısından daha faydalı bulurlar.

Hatta zaten yine bu yüzdendir ki, toplumda bir çok kimse, böyle sorumluluk sahibi, herkese yardım eli uzatan, koruyan kollayan insanları, kendi avami tabirleriyle ‘enayi’ yani bir nevi ‘akılsız insan’ olarak nitelendirirler. Ancak işte bu yalnızca zahir gözle bakan insanların bakış açısıdır. Oysa elbette ki tam tersine, onlar bu üstün ahlakı göstermekle, olabilecek en yüksek aklı ve vicdanı ortaya koymaktadırlar. Ve olayları derin bir akılla değerlendiren insanlar da zaten, asıl akıllı ve kıymetli kimselerin bu hami karakterli kişiler olduklarını çok iyi görürler.

Bu insanlar, belki de görecekleri ihtimamı hak etmeyebilecek ahlaktaki kimseler için bile, kendi hayatlarındaki güzelliklerden feragat eder, kendi menfaatlerinden, konforlarından özveride bulunurlar.

Ve buna rağmen yaptıklarından dolayı hiçbir pişmanlık da duymazlar. Elbette herkesten çok daha fazla yorulduklarının; belki kimsenin farkında bile olmadığı detaylarla sadece kendilerinin ilgilendiğinin ve hatta çoğu zaman tüm bu yaptıkları için çevrelerindeki insanlardan hiçbir takdir görmediklerinin farkındadırlar. Ama onlar büyük bir kararlılıkla bu ahlak anlayışlarını sürdürürler. İhtiyaç içindeki insanlara yardım etmeyi, ortaya çıkan sorunları çözmeyi, kendi rahatlarından çok daha öncelikli görürler.

Neden mi?

Çünkü onlar tüm bunları yalnızca Allah’ın rızasını kazanabilmek için yaparlar. En doğru ve en güzel olan ahlakın bu olduğunu bildikleri için böyle yaparlar. “Niye hep ben, biraz da başkası yapsın” demenin Müslümanca bir tavır olmayacağını bilirler. “Az yapan karda, çok yapan zararda” gibi bir inançları da yoktur. Ya da “az fedakarlık yapan, az sorumluluk alan dinç kalır ve en akıllıca hareket etmiş olur. Çok çalışan, çok yorulan ise yıpranır” diye de düşünmezler. Aksine, sorumluluktan kaçanların zararda, kendilerinin ise hem dünyada hem de ahirette kazançlı olduklarına inanırlar.

İşte toplumda adı konulmayan, ancak herkes tarafından fark edilen bu insanların gösterdikleri üstün tavır, ‘Allah'ın rızasına en uygun olan ahlak’tır. Çünkü iman eden bir insan, imanı ve vicdanı gereği, hiçbir zaman için çevresinde olup biten olaylara karşı ‘seyirci kalamaz’. Yanındaki insanların bir ihtiyacı, hastalığı, yorgunluğu, mutsuzluğu, imani bir eksikliği veya Müslümanlar arasında süregelen bir anlaşmazlık, yaşanan bir zorluk ya da bir sıkıntı varsa, bunların her biri bu kimselerin ‘birinci dereceden sahiplendikleri’ konulardır.

Bu insanların önemli bir başka özelliği ise, bu üstün ahlakı gösterirken hiç kimseye rahatsızlık vermemeleri; her şeyi Kuran ahlakıyla, çok akılcı ve vicdanlı bir şekilde halletmeleridir. Üzerlerine gereksiz dikkat çekmeye çalışmadan, sorun çıkarmadan, çevrelerine ‘şu anda olağanüstü bir durum var ve ben bu hayati sorunu çözüyorum’ ya da ‘şu anda büyük bir fedakarlık yapıyorum’ gibi ilginç izlenimler de vermeden, hiçbir rahatsızlık oluşturmadan, olabilecek en yatıştırıcı ve en dinlendirici şekilde hareket ederler.

Tüm bunları yaparken bu kimselerin tavırlarında dikkat çeken bir başka önemli özellik daha vardır. Bu da onların hiçbir zaman için ‘kendilerini ön plana çıkarma’ gayreti ve beklentisi içinde olmamalarıdır. Amaçları, insanlar arasında ‘lider’ ya da ‘söz sahibi bir kişi’ konumuna gelmek, onlara ‘üstünlük taslamak’ ya da bu şekilde kendileri yücelterek ‘enaniyet duygularını beslemek’ değildir. Herhangi bir takdir veya övgü beklentisi içerisinde de değillerdir. Sadece fedakarane bir hami karakteri içerisinde, çevrelerindeki insanlara karşı şefkat, merhamet ve sevgiyle yaklaşma amacındadırlar. Hicr Suresi’nin 88. ayetinde Allah bu üstün ahlakı bize şöyle anlatmıştır:

Sakın onlardan bazılarını yararlandırdığımız şeylere gözünü dikme, onlara karşı hüzne kapılma, müminler için de (şefkat) kanatlarını ger.

İşte bu insanların gösterdiği ahlak bu ayetin hayata geçirilmesidir.

Ancak Hami karakterinin aksine, toplumdaki bazı insanlarda da tam tersi bir anlayış hakimdir. Bu kimseler de, sorunu ya da rahatsızlığı olan, yardıma ihtiyaç duyan bir kişi olduğunda, ona karşı şefkat ve merhametle yaklaşmak yerine, daha çok ‘kızgınlık’ duyarlar. Bu kişiyi kendi hayat konforlarını bozan, bir nevi bir ‘ayak bağı’ olarak görürler. Ona yardım etmektense, o kişinin kendi başının çaresine bakmasını ve hatta bunu yaparken de, bunu kendilerine hiç yansıtmadan, hiçbir rahatsızlık vermeden halletmesi gerektiğini düşünürler. Karşı tarafa güven verip yardım eli uzatmaktansa, öfkeli üsluplarla onu daha da tedirgin edecek ve sorunlarını daha da zorlaştıracak bir üslup kullanırlar.

Oysa ki aynı insanlar, kendileri için aynı şartlar söz konusu olduğunda, kendilerine sevgi, şefkat, hoşgörü ve anlayışla yaklaşılmasını isterler. Ve böyle bir sıkıntıları olduğunda hemen Allah’a yönelip bunu gidermesi için dua edip yakarırlar, allah’tan merhamet dilerler. İşte Allah Nur Suresi’nin 20. ayetinde insanlara bu gerçeği hatırlatarak, onları da birbirlerine de merhamet etmeye çağırmıştır:

Eğer Allah'ın sizin üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı ve Allah gerçekten Rauf (şefkat eden ve) Rahim olmasaydı (ne yapardınız)?

Çok iyi biliyoruz ki, tüm insanlar Allah'ın kendilerine olan şefkatine ve merhametine muhtaçtırlar. Ve her insan şefkatten, sevgiden, hoşgörüden hoşlanacak bir ruh ile yaratılmıştır. Öyleyse tüm insanlar, kendileri için aradıkları bu merhameti, başkalarına karşı da ellerinden geldiğince göstermeye çalışmalıdırlar.

Allah Kuran'da inananların ‘birbirlerinin velileri’ olduklarını bildirmiştir. İman edenlerin sorunlarını sahiplenmek, tedirgin etmeden onlara yardımcı olmak, en yanlış tavırlarında bile, Kuran ahlakının gerektirdiği şefkat ile hatalarını düzeltmeye çalışmak; herkesin yardımına ilk koşan, her türlü eksikliğe çözüm getiren, yardıma ihtiyacı olanın hiç düşünmeden ilk sığınacağı insan olabilmek, işte inananların bu ‘veli karakterleri’nin bir gereğidir.

Allah Tevbe Suresi’nin 71 ayetinde bu ahlakı gösteren kimseleri rahmetiyle şöyle müjdelemiştir:

Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.

 

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196057/dusunduren-gercekler-02--hamihttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/196057/dusunduren-gercekler-02--hamiThu, 01 Jan 2015 23:40:20 +0200
Düşündüren Gerçekler 01 / Dostluğun önemli bir şartı: Güvenilir Olmak Dostluğun Önemli Bir Şartı: Güvenilir Olmak

Merhaba, herkese iyi akşamlar. Bugün yine hayatın içinden bir konudan bahsedelim istiyorum. Biliyorsunuz dünyadaki en büyük güzelliklerden biri de bizi gönülden seven, her zaman yanımızda olmalarını isteyeceğimiz, gerçekten sevmeye değer dostlarımız olmasıdır.

Ancak tabi ki dost olunacak, sevilecek, saygı duyulacak bir insanda aranılan birçok önemli özellik vardır. Örneğin dürüstlük, akıl, vefa, sadakat, fedakarlık, ince düşünce, şefkat, merhamet gibi... Ve bu özelliklerin her birinin, karşı taraf üzerinde oluşturduğu ayrı ayrı olumlu etkiler vardır. İşte bu yüzden de her insan, dost olacağı kimsenin, bu güzel özelliklerin tamamına birden ve her birine de en mükemmel şekilde sahip olmasını ister. Ancak yine de, bazen bunlardan herhangi birinin eksikliği, geçici bir süre için belki o kadar da önemsenmeyebilir. Çünkü sevdiğimiz bir insanın bazı kusurlarını geçici olarak tolöre edebiliriz. Bu eksikliklerin zamanla değişip düzeleceğini, o kişinin daha güzel bir hale geleceğini umarız. Ya da bazen de karşımızdaki kişinin o kadar çok güzel yönü olur ki, tüm bunlar onun o tek bir kusurunu örtecek ve telafi edecek niteliktedir. Bu da, bizim onun bu eksikliğine hoşgörüyle bakmamızı sağlayabilir. Dolayısıyla bir insan, dost olacağı bir kimsede saydığımız bu gibi özelliklerden gerektiği takdirde bir süre için vazgeçebilir.

Ama bir de bazı hayati konular vardır ki, bunlar dost olunacak bir insanda mutlaka olması gereken, asla vazgeçilemeyecek ve eksikliği göz ardı edilemeyecek niteliktedir. Bir insan, hemen her konuda çok mükemmel özelliklere sahip olsa da, böylesine hayati bir eksikliği olduğunda, bu eksiklik, o kişiyle ‘derin bir dostluk kurulmasına’ ciddi şekilde engel teşkil eder. İşte bu hayati özelliklerin en önemlilerinden biri, ‘güvenilir olmak’tır.

Peki, insanlar için Güven Duymak neden bu kadar büyük bir ihtiyaç? Ve güvenilir insan olmak neden bu kadar önemli? İsterseniz önce biraz bunları konuşalım.
 

Allah Kuran'da, Hicr Suresi’nin 46. ayetinde, cennete kabul edilen insanların orada şu sözlerle karşılanacaklarını anlatmıştır: 

-Şeytandan Allah’a sığınırım- “Oraya esenlikle ve güvenlikle girin” . İşte cennetle ilgili bize verilen bu önemli bilgi, insan ruhundaki en önemli ihtiyaçlarından birinin, ‘kendilerini güvende hissedecekleri bir ortamda bulunma arzusu’ olduğunu gösterir. İşte bu nedenle, dünya hayatında da, insanlar fıtrat olarak, hemen her yerde öncelikli olarak ciddi şekilde bir ‘güvenlik arayışı’ içerisindedirler. Oturacakları evi, yaşayacakları semti, çalışacakları işyerini, gidecekleri okulu belirlerken, tercihlerini hep en güvenilir olandan yana yaparlar. Tüm hayatlarını böyle bir ihtiyaç içerisinde yönlendirirken, elbette ki dostlarını seçerken de en dikkat ettikleri konulardan biri de yine bu kişilerin ‘güvenilir’ insanlar olmasıdır.


Neden dostlarımızın mutlaka güvenilir insanlar olmalarını isteriz?
Çünkü bir insanın bir başkasıyla ‘dost olması’; ‘tüm hayatını, bütün kusur ve eksikleriyle, tüm açıklığıyla, samimiyetle ve dürüstçe karşısındaki o insana da açması’ demektir. Gerçek dostluk, ‘hiç sır saklamaksızın, hiçbir tedbir alma gereği hissetmeksizin, en küçük detaya kadar o kişiyi sırdaş edinmek’ demektir.
 Dolayısıyla dost olunacak kişinin bu konuda hiçbir tedirginlik oluşmayacak şekilde bir güven telkin etmesi gerekir. Öyle ki, karşı tarafın aklına hiçbir zaman için, “Şöyle yaparsam ne der?”, “Bu fikrimi nasıl karşılar?”, “Beni yanlış anlar mı?”, “Kusurlarımı gördüğünde bana olan sevgisi azalır mı? Saygısı zedelenir mi?” gibi ‘soru işaretleri’ gelmemesi gerekir. Ya da ileride bir gün, özellikle de iki tarafın menfaatleri çatıştığında veya yolları ayrıldığında, bu kişilerden birinin, karşı tarafın sadakatsizliğinden yana bir şüphe ya da tedirginliğe kapılmayacak şekilde emin olması gerekir. Her ne olursa olsun kalpteki bu samimi sevgi ve dostlukta hiçbir değişiklik olmaması gerekir.

Ancak hepimizin çevremizde açık bir şekilde gözlemlediğimiz gibi, bu şekilde samimi güvene dayalı dostluklara çok nadir rastlanır. İşte bunun sebebi de, birbirinden farklı, iki ayrı insan arasında böylesine sağlam bir güvenin, ancak ‘Allah korkusu ve iman’ ile oluşabilmesidir. Bunun dışında, Dünya üzerinde iki insan arasında, gerçek ve sağlam bir dostluk kurulabilmesi mümkün değildir. İnsanların birbirlerini sevmeleri, beğenmeleri, sadakat göstermeleri ya da güvenilir kimseler gibi davranmaları, yalnızca belirli menfaat ortaklıkları için, geçici ve göstermelik şekilde yaşanır. Ve bu çıkar dengelerinde en küçük bir değişiklik olduğunda ise, tüm bu sevgi, dostluk ve güvenilirlik iddialarının aslında  gerçek olmadığı ortaya çıkar.

Ancak eğer iki insan, dostluklarını imani bir güven üzerine kurmuşlarsa, böyle bir durum asla söz konusu olmaz. Daha da önemlisi, güvene dayalı böyle gerçek bir dostluk, dünya hayatında insanlara sunulan en büyük konforlardan biridir ve çok büyük bir nimettir. Hepimiz çok iyi biliriz ki, insanın tek başına olduğunda özel bir rahatlık anlayışı vardır. Kimin ne diyeceğini, nasıl değerlendireceğini düşünmeden, yanlış anlaşılma kaygısı olmadan, insanın içinden geldiği gibi, en samimi halini ortaya koyduğu hali bu anlarda yaşanır. İşte kişinin sanki kendi kendineymişçesine aynı rahatlık ve güven ortamını başkalarının yanında da bulabilmesi, bu yüzden çok büyük bir nimettir.

Dolayısıyla dost olunacak bir insana karşı böylesine bir ‘güven’ arayışı içerisinde olmak, insanlar için çok hayati bir ihtiyaçtır. Sohbetimizin başında da anlattığımız gibi, bir insan çok güzel özelliklere sahip olsa, pek çok açıdan kendisini çok iyi yetiştirmiş olsa da, güven telkin eden bir kişilik sergilemediği sürece, bu kişi, karşısındaki insanlarda aradığı yakınlığı ve samimiyeti asla bulamayacaktır. Ona her zaman için ‘temkinli olunması gereken’ bir insan olarak yaklaşacaklardır. 

Dolayısıyla eğer bir insan, kendisine karşı temkinli olunmamasını, yanında rahat ve samimi olunmasını istiyorsa, bunun için gereken en acil ihtiyacın, karşısındaki insanlara ‘güven vermek olduğunu’ bilmelidir. Diğer güzel özelliklerini daha da güçlendirmekle; örneğin çalışkansa daha da çalışkan, merhametliyse daha da merhametli ya da ince düşünceliyse daha da ince düşünceli olmaya çalışarak, bu durumu değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için yapması gereken, ‘Nasıl güven veren bir insan olabilirim?’ diye düşünmek ve bunun gerekliliklerini uygulamaktır.

Peki o zaman gerçek anlamda güvenilir bir insan nasıl olur biraz ondan bahsedelim

Güvenilir bir insanın en önemli özelliklerinden biri, az önce de söylediğimiz gibi, kişinin Allah'tan çok korkup sakınması ve Allah'a gönülden, katıksız bir sevgiyle iman etmiş olmasıdır. Böyle bir insan Allah'ın rızasını kazanmayı, dünyanın hiçbir menfaatine asla değişmez. Allah'ın sevgisini kazanabilmek için dünyanın her türlü zorluğuna, sıkıntısına hiç tereddüt etmeksizin zevkle göğüs gerer. Allah'ın hoşnutluğunu, asla kendi çıkarlarından duyacağı hoşnutluğa değişmez. Allah'ın bir emrini uygulamada asla gevşeklik göstermez. Kendinden önce her zaman mutlaka İslam’ın, inananların ve bu uğurda sevdiği dost edindiği insanların menfaatlerini gözetir.

İşte bu ahlakı yaşayan bir insan, gerçek anlamda güvenilirdir. Çünkü Allah rızası için her zaman sevdiklerini, dostlarını kendinden önde tutacaktır. Kendini mutlu etmenin, kendi çıkarlarını korumanın peşinde olmayacaktır. Hep karşı tarafı haklı çıkaran, hatayı, kusuru kendi üstlenip, her zaman önce karşı tarafı koruyup kollayan bir ahlak gösterecektir.
 

Dolayısıyla güven vermek isteyen bir insan öncelikle mutlaka ‘nefsine olan sevgisini’ terk etmiş olmalı’dır. Çünkü her şeyden çok kendi nefsini seven bir insanın, güvenilir insan özellikleri gösterebilmesi söz konusu olmaz. Ve nefsinin koruyucusu olan bir insan da, kimseyle gerçek anlamda dostluk kuramaz. Çünkü ‘sevdiği ve dost olduğu insan mı, yoksa kendi nefsi mi?’ gibi bir seçim yapması söz konusu olduğunda, her zaman karşı tarafı bırakıp mutlaka kendisini tercih edecektir. Dostluğun gereklilikleri söz konusu olduğunda bile, o yine önce nefsini hoşnut etmeye çalışmaktan vazgeçemeyecektir.

İşte dünya hayatında ‘samimi dostluklar kurmak’, ‘gerçek dostluğun güzelliğini yaşamak’ isteyen her insan, tüm bu anlattığımız bilgileri bir kez daha düşünmeli ve ahlakını bu yönde bir kere daha gözden geçirmelidir.

İnsan fıtratında var olan bu haklı ‘Güven arayışı’nın çok önemli bir ihtiyaç olduğu ve bir insanın bir başkasında, imandan sonra arayacağı en önemli ahlak özelliklerden birinin de bu olduğu unutulmamalıdır. Eğer güzel dostluklar kurmak istiyor, fakat bunu bir türlü başaramıyorsak; o zaman sorunu başka detaylarda aramak yerine, asıl ihtiyacın ‘güven’ olduğunu  mutlaka bilmemiz gerekir. İşte bunun için de tek çözüm Allah’tan çok korkmak, gönülden iman etmek ve nefse olan sevgimizden vazgeçip Allah’ın sevgisi için hareket etmektir.

Bu akşamki güvenilir olmak ile ilgili sohbetimize burada son verelim. Bir başka programda, günlük hayatımızda belki yine üzerinde çok durmadığımız, ama aslında hayatımıza büyük konfor ve güzellik sağlayacak, bir başka düşündüren gerçek ile yeniden buluşmak üzere. Herkese iyi akşamlar diliyorum.
 

Sizin de sormak istedikleriniz olursa dusundurengercekler@a9.com mail adresine yollayabilirsiniz.

 

 

 

]]>
http://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/195597/dusunduren-gercekler-01--dostlugunhttp://az.harunyahya.org/tr/Dusunduren-Gercekler/195597/dusunduren-gercekler-01--dostlugunSun, 21 Dec 2014 01:18:16 +0200